Osmanlı Tarihi’nden Günümüze Bir “Kelebek Etkisi” Örneği

Kaynakçahttps://medium.com/@diamondtema/osmanl%C4%B1-tarihinden-g%C3%BCn%C3%BCm%C3%BCze-bir-kelebek-etkisi-%C3%B6rne%C4%9Fi-7e5c8f7330c9


 1815 yılının 5 mart günü, İstanbul’un Mercanağa semtinde Mehmet Emin adında bir çocuk dünyaya geldi. Bu çocuk, pek çoğunun olduğu gibi, fakir bir ailede doğmuştu. Hatta bir dönem parasızlıktan okula bile gidememişti. Fakat hem Kuran’ı ezberlemesi, hem de bilgiyi hazmetmesi çok çabuk olmuştu. Akrânlarından oldukça farklı olduğu belli oluyordu. Ailesi borç harç içinde bir şekilde okuluna devam eetmesini sağladılar ve çocuk 15 yaşına geldiğinde okuma yazması çok iyi ve hızlı olduğundan, bir aile dostunun aracılığıyla Divan-ı Hümayun katibi olmayı başardı. Yani bir nevi bakanlar kurulunda sektreterlik yapmaya başladı.



Burada geleneksel olarak kâtiplere şahsi bir mahlas verilmekte idi ve kendisine “Âli” mahlası verildi. Devlet görevlerinde ve siyasi hayatında hep bu mahlası kullanacaktı.


Çocuk, katiplik görevlerinden kalan boş zamanında kendisini Fransızca öğrenmeye adadı. Yabancı dillere oldukça merakı vardı ve gelecekte de Osmanlı İmparatorluğu’nda önemli bir mertebeye yükselmek istiyordu. Ki bu hedefine de adım adım ilerlemekteydi.


1832’de Mühimme Kalemi’ne kâtip olarak geçti, alınan kararları defterlere o kaydediyordu artık. Birçok önemli kişi, fikirlerini ona yazdırtıyordu. Mehmet Emin, kendi gayretiyle öğrendiği yabancı diller sayesinde, 1833 yılında, dışişlerine kamu görevlileri yetiştirmek amacıyla kurulmuş olan Tercüme Odası’na girmeyi başardı. Orada, sadece dil öğrenmekle kalmadığı, aynı zamanda dillere çok hakim olduğu da görülmüştü.


Emin, 1835 yılında, Avusturya İmparatoru I. Ferdinand’ın tahta çıkışı için yapılan törenlere gönderilen Osmanlı Devleti heyetine ikinci başkâtip olarak katılıp Viyana’ya gitti. 1.5 yıl kadar Viyana’da kalırken, politika’nın da inceliklerini öğrenmeye fırsatı olacaktı. Çok geçmeden Paris’te, Sn. Petersburg’da ve birçok yerde elçilik görevlerine gönderildi ve Aralık 1841'de de Londra büyükelçisi olarak görevlendirildi. Önce Hariciye nazırlığına, daha sonra ise paşa ve vezirlik rütbesine erişti. 1847'den itibaren ona, Mehmet Emin Âli Paşa denilmeye başlandı.

Peki Âli Paşa’nın burada okuyacağınız hikayeye katkısı nedir? Âli Paşa buradaki anlatının baş karakteri midir? Hayır. Âli Paşa’nın bu yetkilere geldikten sonra yapacağı bir seçim vardı ve o seçim, dolaylı olarak gelecekte yaşanacak olan birçok şeyi etkileyecekti. Şimdi olaylara bakış penceremizi Osmanlı’dan ayırıp, 1800'lerin Almanya’sına çevirelim:

1827 yılında, Almanya’nın Madgeburg kısmında Ludwig Karl Friedrich Detroit adında bir çocuk dünyaya geldi. Telaffuzu rahatlatmak açısından bu çocuktan artık sadece Karl adıyla bahsedeceğim. Karl, talihsiz bir aileye doğmuştu. Babası müzik öğretmeniydi ancak müzik ruhunun inceliklerine sahip değildi. Karısıyla geçinemiyordu ve Karl’ın gözü önünde onlarca defa kavga etmişlerdi.

Bağırışma sesleri ve şiddet bütün kasabanın diline düşmüştü. Karl’ın yaşça büyük akrabaları çocuğun böyle bir ortamda büyüyemeyeceğini düşündüklerinden, akıl sağlığı açısından daha iyi olacağını düşündükleri bir karar verdiler: Karl’ı, bir Fransız yetimhanesine vereceklerdi. “Çocuk en azından burada eğitim alacak, kavga ve gürültüden uzak olacak”tı. Malesef ki düşündükleri gerçekleşmedi.

Karl yetimhaneye verildi ama, yetimhanenin evden pek de bir farkı yoktu. Anne babalarının bakamayıp sokağa attığı çocuklar ve sert Alman disiplininin buna tepkisi o kadar açıktı ki, orası dışarıdan bakanların düşündüğü huzurlu bir yetimhane profilinden oldukça uzaktı. Zaten tersi olsa bile hiçbir çocuk ailesini terk etmişken başkalarının baskısı altında yaşamayı kolaylıkla kabullenemezdi. 12 yaşında geldiğinde, 1839 yılında Karl, yetimhaneden kaçma planları yapmaya başladı.



Gece vakti, gizlice çarşafları birbirine düğüm yaparak pencereden sarkıttı ve kimseye görünmeden kaçtı… Bir yandan yakalanmamak için koştururken, bir yandan da yakalanırsa başına geleceklerin korkusu içindeydi. Nefes nefese, koşabildiği kadar koştu. Geçebildiği kadar ara sokaklardan geçti, zira nereye gittiğini o da bilmiyordu. Sonunda, Hamburg’un limanlarından birine ulaştı. Orada dünyanın her yerine kalkan gemiler vardı. Karl, bir şekilde bu teknelerden birinde Miço olarak işe girmeyi başardı. Neticede para beklentisi yoktu, arkasında bir anne babası da yoktu. İdeal bir işçiydi.

O gemiyle birçok yere açıldılar. Akdeniz’in kıyılarından geçtiler. O güne kadar hayalini bile kuramayacağı kadar büyük yerler gördü, hayatı kötü bir aile ve yetimhane baskısıyla geçen birisi için bu özgürlük, bu “dünyanın her yerine gidebilirlik”, tarif edilemezdi. Fakat daha da tarif edilemez bir şeyle karşılaşacaktı:

İstanbul’a yaklaştıklarında denizin ortasında bir kule gördü. Etrafında hiçbir şey olmayan, suların içinde adeta oraya tanrı koymuş gibi görünen bir kule. Kız Kulesi.

Kendine hakim olamadı. Zaten dünyayı teknenin içinden görmekten de sıkılmıştı artık. Dokunmak istiyordu. Oraya varmak istiyordu. Gemiden atladı ve Kızkulesi’ne yüzmeye başladı. Yine kaçıyordu, fakat bu kez karanlıkta ve gizlice değil, herkesin gözünün önünde kaçıyordu. Kız kulesine çıktığında göreceği şey ise aklına bile gelmemişti.

Yüzleri yara bere içinde, iblis gibi görünen insanlar vardı. Çünkü Kızkulesi, cüzzamlı hastaların kapatıldığı bir hapishaneydi aslında. Başka insanlara bulaşmasın diye böyle tehlikeli hastalıkları olanlar halktan soyutlanıyordu, herkesin yeri belliydi. Tıpkı bir dönem körlerin şehri olan Kalkedon’a, yani Kadıköy’e olduğu gibi. Karl, cüzzamlıların kulesindeydi ama, ne yapacağını bilemiyordu ve korkuyordu. Ayrıca onda cüzzam(Hansen’s Disease) da yoktu. Çocuk derhal askerler tarafından yakalandı.

Yurtdışından gelen bir gemiden atlayıp Kız Kulesi’ne yüzen çılgın çocuğun hikayesi dilden dile yayıldı... Almanya, “çocuk bizim vatandaşımız, haberimiz olmadan kaçmış. İadesini istiyoruz!” dedi. Bu durum, hikayeyi daha da ilginç kıldı. Çocuğun biri ta Almanya’dan kaçacak, gemiye binecek, onlarca liman, onlarca şehir görecek, ama koskoca İstanbul’da, Kızkulesi için gemiden atlayacak… Olacak iş değil!


Dışişleri’nden sorumluğu olduğu için, Mehmet Emin Âli Paşa, derhal çocuğu görmek istedi. Çocuğu huzuruna getirdiler. Bir yanda koskoca Osmanlı’nın bir paşası, üstünde rütbeleriyle, etrafında askerleriyle onu bekliyor; diğer yanda ise hem kaçak, hem de mahçup bir çocuk ona bakıyor…


Âli paşa sordu: “neden kaçtın çocuk?”, Çocuk cevap verdi: “Efendim, beni dövüyorlardı, hiç mutlu değildim. Başka çarem yoktu.” ,


“Peki, olabilir. Ama neden o kadar yer içinde, gide gide kız kulesine gittin evladım? Gemiden atlayıp yüzecek kadar ne gördün orada?”


Buna nasıl bir cevap verilebilirdi ki. Bir çocuk buna ne diyebilirdi? Çocukca ve bir o kadar da dürüst bir cevap verdi. “Ben, sadece gitmek istedim. Orayı görmek istedim. O kuleyi sevdim…”


Âli paşa, fakir bir ailede doğmuş, parasızlıktan bir dönem okula bile gidememiş, kendi çabalarıyla yabancı dilleri öğrenmiş ve yükselmek için, sevdiği şeyi yapmak için çaba göstermiş biriydi. Çocuktaki samimiyetin de farkındaydı. Almanya bir yandan çocuğu istiyordu ve bu diplomatik bir krize sebep oluyordu ama, Âli paşa çocuğu vermeyi reddetti, onun da kendisi gibi bir şansı hak ettiğini düşündü. “Çocuğu size vermeyeceğim, çünkü o artık bizim vatandaşımızdır. Benim çocuğumdur!”


Âli Paşa, çocuğu, Karl’ı nüfusuna geçirdi. Askeri okula yazdırdı. Eğitimiyle yakından ilgilendi: “Oğlum, bundan sonra bizim topraklarımızda yaşayacaksın. Bizim gibi olmalısın. Bizim adetlerimize göre yaşamalısın. Adını da değiştiriyorum. Artık adın Karl değil, Mehmet Ali olacak.”


Öyle de oldu. Almanya’dan Karl Detroit olarak çıkan çocuk, artık Osmanlı evladı Mehmet Ali olmuştu.


Aslında bu şaşılacak bir şey de değildi. Osmanlı’da paşalığa, müşirliğe yükselen birçok yabancı vardır. Devşirme sistemiyle birlikte Osmanlı’nın devlet işlerinin çoğu, çocukken ülkeye getirilen yabancı evlatların eline geçmiştir. Hatta Osmanlı’yı yönetenlerin birçoğu, Türk değildir. Hatta doğuştan Osmanlı vatandaşı bile değillerdir. Ancak gerek Osmanlı kültürü, gerekse harbiye mektebinin eğitimi olsun, birçok şey bu çocukların bütün kalpleriyle Osmanlı’ya bağlanmasını ve yüksek mertebelere çıkmasını sağlamıştır. Karl, yani Mehmet Ali de bunlardan biridir.


Mehmet Ali, okulda başarısını gösterdi. Yetimhanede çürüyüp gidecek bir çocuk iken artık zekası ortaya çıkmış, kendiyle gurur duyan başarılı bir öğrenciye dönüşmüştü. 1853 yılında Osmanlı ordusuna katıldı ve Kırım Savaşı’nda savaştı. Yetenekleri herkes tarafından fark edilmeye başlandı. 1865 yılına gelindiğinde generalliğe, yani paşalığa yükseldi. Artık o, Mehmet Ali Paşa’ydı. 1877 yılında müşirliğe, yani mareşallığa terfi aldı. Bir asker olarak çıkılacak en yüksek rütbeye çıkmıştı artık. Babası Âli Paşa’nın onu yanına alarak hata etmediğini, yanılmadığını kanıtlamıştı.


Mehmet Ali, 77–78, Osmanlı-Rus savaşında Tuna Cephesinin komutanlığını yaptı. Daha sonra, Berlin Kongresi’nde Osmanlı’yı temsil eden üç kişiden biri olarak seçildi. Yıllar önce Almanya’dan ailesiz bir çocuk olarak kaçmıştı. Kimsenin önemsemediği, kimsenin tanımadığı biriydi. Fakat şimdi, doğduğu topraklara bir Osmanlı paşası olarak geliyordu. Törenlerle karşılanıyordu.


Lakin kongrede alınan kararlar müslüman halkın tepkisini çekti. Zira Osmanlı’nın çökmeye başladığı dönemlerdi. Tonla borç içindeydik ve nereye elimizi atsak altında kalıyordu. Halk da buna tepkiliydi. Mehmet Ali’ye, Balkan bölgelerindeki isyanları bastırmak ve halkı yatıştırmak için görev emri geldi ama gitmeden önce son bir kez, yıllar önce yatırıldığı yetimhaneyi ziyaret etmek istedi. “Belki bir daha buraya gelemeyebilirim, görmek istiyorum. Beni oraya götürün”.


Paşa’nın isteğine karşı koyulamazdı. Yetimhane temizlendi, hazırlıklar yapıldı. “Paşa geliyor, herkes mum gibi olacak!” Mehmet Ali Paşa, arabadan indi. Her şey hem hatırladığı gibiydi, hem de değildi. “Hiç değişmemiş, sadece biraz küçülmüş.” Odasına çıktı, pencereye baktı. Çarşafları düğüm yaparak kaçtığı pencereye… “O zamanlar ne kadar da yüksek gelmişti burası. Halbuki hiç de öyle değilmiş.”


Yine çocuktu artık. Bahçedeki küçük havuzda oynadığı kurbağalar, gece hademeler kızmasın diye gizlice, ses çıkarmadan oynadığı arkadaşları... Hepsi gözünün önüne geliyordu. Fakat geri dönme vakti gelmişti. Görev beklemez! Osmanlı’nın Berlin’de zoraki bir şekilde kabul ettiği kararlardan sonra ülkenin dört bir yanında sesler çıkmaya başlamıştı. Gericiler, “Bizi gavurlara sattılar” diyerek isyan çıkartmaya başladılar. Pek de haksız sayılmazlardı.


Mehmet Ali Paşa, Arnavutluk’a giderek durumu halka izah edecekti. Fakat, 1878 yılında, malesef Kosova’nın Gjakova kasabasında halk tarafından linç edilerek öldürülecekti…


Dizilere başrol verilecek bir hikayesi vardı, sanki dünya onun çevresinde gelişiyordu değil mi? fakat dünya o kadar büyüktü ki…


Herkes kendisinden sonra gelecekler için yaşıyor neticede. Fakir bir ailede, okulu bile okuyacak gücü olmayan bir ailede doğan Mehmet Emin’den, bir paşa çıkacaktı. O paşa, bir hiç gibi doğan Karl Detroit’i kurtaracak ve yeni bir müşir yaratacaktı. Peki Mehmet Emin Paşa kimleri yaratacaktı? Onun dünyaya gelmesinin etkileri ne olacaktı? bu domino taşları devrilirken oluşacak resmin neresinde payı olacaktı?


Mehmet Ali, Evlenmişti. Aile kurmuştu. Hayriye Hanım, Leyla Hanım, Adviye Hanım ve Zekiye Hanım adlarında 4 kızı vardı ve bu kızlardan doğacak olan çok önemli kişiler vardı: Mehmet Ali Aybar, Oktay Rıfat, ve Hatta Ali Fuat Cebesoy gibi birçok isim... Ali Fuat Cebesoy, Atatürk’ün sınıf arkadaşı olacak, onunla birlikte yükselecek ve Cumhuriyet’in kuruluşunda rol oynayacaktı.

Fakat askeri açıdan olmasa da, hem edebiyat hem de düşünce bakımından etkileri dokunacak başka biri daha vardı. Mehmet Ali Paşa’nın soyundan gelecek, bugün bile adı anılacak bir kişi.


Leyla Hanım’dan, Türkiye’nin ilk kadın ressamlarından olan Celile Hanım doğdu. Celile Hanım’dan ise, 15 Ocak 1902'de, Nazım Hikmet.

Nazım Hikmet, şiirler, romanlar, oyunlar ve anılar yazacaktı. Türk düşünce yapısına oldukça etki edecekti. Cesur davranacak, bazı gerçekleri dile getirecekti fakat, bunun da sonuçları olacaktı. Yazılarına siyaseti karıştıracak, devlet adamlarını sürekli eleştirecek, bazen yersiz konuşacak ve bu yüzden birçok defa hapise girecek, sürgünlere gönderilecekti. Şiirleri bir dönem için Türkiye’de yasaklanacaktı ama, Buna rağmen yazdıkları 50'den fazla dile çevrilecek ve ödüller alacaktı. Ama ne yazık ki, geç gelen adaletin kimseye faydası olmayacaktı. Hayatının 12 yılı hapislerde geçecek ve hatta 1951 yılında Türk vatandaşlığından bile men edilecekti.


Gerek komünist söylemleri, gerekse bazen aşırıya kaçan muhalifliği, hayatının sıkıntı içinde geçmesine neden olmuştu. Peki Nazım Hikmet yaşarken nelere etki etmişti? 1800'lerde Almanya’da kanat çırpan kelebeğin rüzgarı, beraberinde neleri getiriyordu? Nazım Hikmet, sadece Edebiyat’a olan katkıları için mi yaşamıştı? Görünen o ki, hayır.


Şiirleri Okul kitaplarında bile okutulan Nazım hikmet, yalnız değildi.


1937 yılında İpek Sineması’nda, Nazım Hikmet’in yanına bir harp öğrencisi sokulmuştu. Adı Ömer Deniz’di. Genç, kuleli’den beri Hikmet’in yazılarını okuduğunu, Nazım Hikmet’e büyük hayranlık duyduğunu söylemişti. Ancak Nazım Hikmet, onun bir ajan olduğunu, devlet tarafından gönderilen bir kişi olduğunu düşünerek cevap vermemiş, sinirlenmişti. Ömer Deniz, pes etmedi, yanına gelmeye devam etti.


Nazım Hikmet’e komünizm hakkında sorular soruyordu, fikirlerini merak ediyordu fakat Nazım Hikmet onun bilgi almaya çalışan bir gizli polis olduğuna inanmıştı bir kere. Azarlayıp, kovuyordu sürekli.


Zamanla çocuğun Nazım Hikmet’in etrafında bu kadar dolaşıyor olması gerçek polislerin de dikkatini çekecekti. Çocuk sıkı takibe alındı, onun da Nazım Hikmet’e benzer fikirleri vardı. Bu, tehlikeliydi. Çocuk hem bir askerdi, hem de komünist düşüncelere kapılacaktı! Olur iş değildi. Demek ki, Nazım Hikmet, gizliden gizliye askerleri de saptırmaya başlamıştı…


1938 yılında, Hem Nazım Hikmet, hem de çocuk birtakım gerekçelerle yargılandılar. Haklarında vatan hainliği ve askerleri isyana teşvik etmek gibi birtakım suçlamalar vardı. Halbuki Nazım, dediğim üzere ileride okullarda şiirleri okutulacak bir adamdı… Gel gelelim, mahkeme günü geldi, ifadeler alındı.


Hikmet, savunmasını şöyle yaptı:


“Benim de bir neferi olmaktan onur duyduğum ve Emperyalizmi dize getiren ordumuz eğer kendisini bu çocukla isyana teşvik ettireceğime inanıyorsa, eğer buna gerçekten inanıyorsa, o zaman malesef bu doğrudur.”


Nazım hikmeti 5 hakim yargıladı. Komiktir ki bu hakimlerin 4'ü hukuk okumamıştı. Nazım hikmet 12 yılla yargılandı, ki sonra olacak şeyleri de az önce anlatmıştım. Onun kendi vatanında bile ölemediği, 1963'de Moskova’da defnedildiği herkesçe bilinir.


Peki o çocuğa ne oldu? Ömer Deniz’e? Bunu pek bir kimse merak etmedi.


Ömer Deniz; tam 7 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. Sadece bir şaire ilgi duyduğu için başına bunlar gelmişti. Cezası bitince yeniden askeri okula başvurdu. Neticede ileride general olmak gibi hayalleri vardı, tıpkı her harbiyeli gibi… Ancak askeri okul onu kabul etmedi. Ömer de, “madem öyle, madem adaletimiz bu kadar zayıf, o zaman ben de hukuk okur avukat olurum, başkalarının hakkını yemenize engel olurum!” diyerek İstanbul Hukuk Fakültesi’ne girdi.


Fakat Ömer Deniz, hem hapisten çıkmıştı hem de artık işsiz, fakir biriydi. Okula gitmek içinse para gerekiyordu. Birçok iş düşündü, para biriktirdi, borç aldı ve bir şekilde İstanbul/Fatih’de, Hırka-i Şerif Caddesi üzerinde bir oyuncak dükkanı açtı. Yanında manavlar, bakkallar, çocukların gelip gideceği dükkanlar vardı. Oyuncaklarının satılacağından emindi.


Tahta oyuncaklar yapıyordu ama pek de para kazanamıyordu. Bir gün ufak bir çocuk dükkanın kapısında belirdi. İş istedi. Ömer denizin ona verecek pek bir parası yoktu ama en azından işi bölüşürlerdi, çocuğa birazcık harçlık, bir iki de oyuncak verse yeterdi. Zaten çocuk okul çıkışı gelip çalışacaktı, birkaç saat takılacaktı.


Bir yandan derslerine çalıştı, bir yandan oyuncak yapıp sattı. Bir yandan da bu çocukla ilgilendi… Oyuncakları Ömer Deniz yapıyor, boyama işini ise çocuğa bırakıyordu. Bir gün çocuğa “neden oyuncak dükkanında işe girmek istediğini” sordu. Çocuk şöyle cevap verdi: “Ömer Usta, benim hiç oyuncağım yok ki. En azından burada oyuncaklarım varmış gibi oluyor.”


Ömer Deniz bu duruma içerledi. Çocuğa “sana oyuncaklar yapacağım” diye söz verdi. “Söyle bakalım nasıl bir oyuncak istiyorsun?”


Çocuk kağıt üzerine çizip getirdi. Dört kolu olan oyuncaklar… Birbirlerine dört kolla sarılabilecek oyuncaklar…


Ömer Deniz bütün gece oyuncaklar üzerinde çalıştı. Bir yandan da hukuk kitapları okuyordu. Okurken çalışma masasının üzerinde uyuya kaldı. O farkında bile olmadan sabah olmuştu bile, çocuk çoktan gelmişti. Çocuk, okula gitmeden önce “Oyuncaklarımı yaptın mı?” diye kocaman heyecanlı gözlerle başına dikilmişti. Ömer Deniz, başta “Unuttum ya tüh…” diyerek çocuğu kandırsa da, sonra “Şaka şaka, gel” diyerek oyuncaklarını verdi.


Kuklaydı bunlar. Bütün uzuvlarına ipler bağlanmış olan, yukarıdan hareket ettirilecek oyuncaklardı.


Çocuk, Koştura koştura büyük bir sevinçle okula gitti. Arkadaşlarını topladı “bakın bende neler var! bugün okuldan kaçıyoruz arkadaşlar, oyuncaklarımla oynayacağız, bakın size bir gösteri yapacağım çok şaşıracaksınız hadi!”


O çocuk, hayatının ilk oyuncak gösterisini, ilk tiyatrosunu orada yapmıştı. Ve bu, son olmayacaktı. çünkü o çocuğun adı, Müjdat Gezen’di.

Müjdat gezen, tiyatro alanında Türkiye’deki öncü isimlerden biri olacak, ve bu oyuncaklarıyla yaptığı gösteriler Sunay Akın’a ilham verecekti. Öyle ki Sunay Akın ileride bir Oyuncak Müzesi açacak ve bu hikayeleri diğer gençlere de anlatacaktı.


İşte Almanya’nın basit bir semtinde başlayan o rüzgar, birçok insanın üstünden esecek, kuşaktan kuşağa bugüne kadar, bizlere kadar ulaşacaktı. Selanik’te doğan küçük bir çocuk “ben asker olacağım!” diye tutturmasaydı, tarihimiz farklı olacaktı. Almanya’da amatör resimler çizen Adolf, Sanat Akademisi’ne girebilseydi, dünya tarihi farklı olacaktı.


Hayatın her noktasında birilerinin bir hareketi, birçoklarını etkiliyor ve bir kararın estirdiği rüzgar bütün dünyada dolaşıyor.


Peki bizim rüzgarlarımız nereye esecek acaba? Yaşarken alacağımız kararlar, yapacağımız işler bizden sonraki nesillerde kimlere ilham olacak dersiniz? Neticede insan, kendisinden sonrakiler için yaşar. Kendisinden sonrakiler için bir şeyler inşa eder, ben şimdilik bu videoları ve ileride yazacağım kitapları inşa etmeyi planlıyorum, bu şekilde sizlere ulaşmak, arkamda bir şeyler bırakmak istiyorum. Ne kadar başarılı olabilirim bilmiyorum ama, şimdilik bu kadar. Ben Diamond, diğer yazılarda görüşmek üzere…


Kaynakça

İbrahim Alâeddin Gövsa, “Türk Meşhurları”, 1946.


Vedat Onur, “Tanzimat Devrinin Büyük ve Unutulmaz Devlet Adamları”, 1964.


İslam Ansiklopedisi, 1. Cilt, İstanbul, 1965. Ankara Üni.


“Osmanlı Tarihi Araştırma Dergisi”, Sayı 4, s.206–207.


Enver Ziya Karal, “Osmanlı Tarihi”, VII. Cilt, 1988.


“2009/14540 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı” T.C. Resmî Gazete, 27106. 10 Ocak 2009. Erişim tarihi: 29 Aralık 2016.


“Nazım Hikmet Ran’ın Türk vatandaşlığından çıkarılmasına ilişkin 25/7/1951 tarihli ve 3/13401 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının yürürlükten kaldırılması”


Saime Göksu, Edward Timms, “Romantic Communist: The Life and Work of Nazim Hikmet”, St. Martin’s Press, New York Ansiklopedi AnaBritannica, Cilt 16, Sf. 429.

Yorum Gönder

Yorum yazarken lütfen saygılı olunuz ve Topluluk Kurallarına uyunuz. Teşekkürler!

Daha yeni Daha eski